(Halil Cibran’ın “Ermiş” kitabından birkaç bölüm.)
“…
Sevgi
SÖZÜ El Mitra aldı: Sevgi’den bahset bizlere, dedi.
Ve o başını kaldırıp çevresindekilere baktı. Bir sessizlik kapladı alanı. Sonra yüce bir sesle konuşmaya başladı:
“Sevgi çizi çağırınca, onu takip edin, yolları sarp ve dik olsa da…
Ve kanatları açıldığında, bırakın kendinizi, Telekleri arasında saklı kılıç, sizi yaralasa da…
Ve sizinle konuştuğunda, ona inanın, Kuzey rüzgârının bir bahçeyi harap edişi gibi, Sesi tüm hayallerinizi darmadağın etse de…
Çünkü sevgi sizi yücelttiği gibi, çarmıha da gerer. Sizi büyüttüğü ölçüde, budayabilir de…
En yükseklere uzanıp, Güneş’le titreşen en hassas dallarınızı okşasa da, köklerinize de inecek ve onları sarsacaktır, toprağa tutunmaya çalıştıklarında…
Mısır biçen dişliler gibi sizi kendine çeker; Çıplak bırakana kadar döver, harmanlar; Kabuklarınızı, çöplerinizi ayıklar, eler…
Bembeyaz olana kadar öğütür sizi; Esnekleşene kadar yoğurur; Sonra da, Tanrı’nın kutsal sofrasına ulaştırılacak bir somun olabilmeniz için kutsal alevlerin arasına alır, kavurur sizi.
Sevgi bütün bunları başarır, yeter ki siz kalbinizin sırlarını öğrenin ve bu yolla Hayat’ın yüreğinden bir parça olun.
Ancak korkunun kıskacına kapılmışsınız da sevgiden salt bir huzur ve zevk bekliyorsanız eğer, o zaman bir an önce çıplaklığınızı örtün ve sevginin zorlu düzeninden uzaklaşıp, mevsimleri olmayan bir dünyaya sığının, daha iyidir derim.
Çünkü ancak orada güler ve ağlayabilirsiniz, ama ne gülüşünüz tam olur, ne de ağlarken tüm gözyaşlarınız dökülür.
Karşısındakine kendinden başka hiç bir şey vermez Sevgi, ve kendinden başka hiç bir şeyi de geri almaz. Ne kendi dışındaki şeylere sahiptir, ne de kendisine sahip olunabilir; Çünkü Sevgi, kendi kendini bütünler ve kendi kendine yeterlidir.
Sevdiğinizde, “Tanrı benim kalbimde,” yerine, şöyle deyin, “Ben kalbindeyim Tanrı’nın …”
Ve sanmayın yön verebilirsiniz Sevginin akışına, Çünkü Sevgi, yolunu kendi çizer, sizi değer bulduğunda…
Sevgi bir şey istemez, tamamlanmaktan başka…
Fakat seviyorsanız ve ihtiyaçların arzuları varsa, bırakın bunlar sizin de arzularınız olsun…
Erimek ve akmak, geceye şarkılar sunan bir dere misali, Şefkatin fazlasının verdiği acıyı bilip, Kendi sevgi anlayışınla yaralanmak, Ve kanamak, yine de istekle ve coşkuyla…
Şafak vakti kanatlanmış bir gönülle uyanmak, Ve bir sevgi gününe daha, teşekkürle uzanmak…
Sessizce çekilmek öğle vakti, sevginin vecdini duymak, Akşamın çöküşüyle de, eve huzurla dönmek…
Ve uyumak, kalbinde sevgiliye bir dua, Ve dudaklarında bir şükür şarkısıyla…”
Evlilik
SONRA yine El Mitra söz aldı: Ya Evlilik için ne dersin, erenler?
Ve o cevap verdi:
Yeryüzüne birlikte geldiniz ve sonsuza dek birlikte yaşayacaksınız.
Ölümün ak kanatları günlerinizi bölene dek birlikte olacaksınız. Tanrı’nın suskun anılar katına eriştiğinizde bile birlikte olacaksınız.
Ama bırakın da bunca beraberliğin arasında biraz da boşluklar olsun.
Ve izin verin, cennetlerin rüzgârları esip, dolanabilsin aranızda.
Birbirinizi sevin; ama sevgi bir bağ olmasın, Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun Sevgi.
Birbirilerinizin bardaklarını doldurun; ancak aynı bardaktan içmeyin… Ekmeğinizi paylaşın; ama birbirinizinkini yemeyin…
Beraberce şarkı söyleyin, dans edin, coşun; fakat birbirinizin yalnızlığına izin verin; tıpkı bir lavtanın tellerinin ayrı ayrı olup, yine de aynı müzikle titreşmeyi bilmeleri gibi…
Birbirinize kalbinizi verin; ama diğerinin saklaması için değil; Çünkü yalnızca Hayat’ın eli, sizin kalplerinizi kavrayabilir…
Ve yanyana ayakta durun; ama çok yakın değil, Çünkü bir mabedin ayakları arasında mesafe olmalıdır;
Ve meşe ağacıyla, selvi ağacı, birbirinin gölgesi altında büyüyemez.”
Dostluk
SONRA bir delikanlı söz aldı ve bize Dostluk’tan söz et, dedi.
Ve o cevap verdi:
“Dostunuz, sizin karşılığını bulmuş gereksinimlerinizdir.
O, sevgiyle ektiğiniz ve şükranla biçtiğiniz tarlanızdır.
O sizin sofranız ve ocakbaşınızdır.
Çünkü siz ona açlığınızla gelir ve onda huzuru ararsınız.
Dostunuz size aklından geçenleri açıklarken, kendi aklınızdan geçen ne ‘hayır’ı ne de ‘evet’i ona söylemekten korkmayınız.
Ve o sustuğunda yüreğiniz onun yüreğini dinlemeyi sürdürsün;
Çünkü sözcükler olmasa da, dostluklarda tüm düşünceler, tüm istekler, tüm umutlar doğar ve açıklanamayan bir mutlulukla paylaşılır.
Dostunuzdan ayrı düştüğünüzde üzüntüye kapılmayın;
Çünkü dostunuzun en beğendiğiniz yanı yokluğunda daha bir belirginleşir tıpkı bir dağın, dağcıya, ovadan daha net görünmesi gibi…
Dostluğunuzda, ruhsal derinliğin arttırılmasından öte bir amaç olmasın.
Çünkü kendi gizemini çözümleyebilmekten öte bir şeyler arayan sevgi, sevgi değildir; öne sürülmüş bir ağdır ki bununla yalnızca yararsız olan yakalanır.
Ve dostunuza, kendinizi olduğunuz gibi sunun.
Eğer dalgalarınızın cezrini bilecekse, meddini de bilmesine izin verin.
Yalnızca zaman öldürmek için aranılan dost, nedir ki?
Onu, zamanı yaşatmak için arayın. Çünkü o gereksiniminizi karşılamak içindir, boşluğunuzu doldurmak için değil.
Ve dostluğunuzun uyumunda bırakın kahkahalar yükselsin ve zevkler paylaşılsın.
Çünkü kalbiniz, küçük şeylerin üstüne düşen çiğ damlalarında kendi aydınlığına erişir ve yeniden hayat bulur.”
Öğretim
SONRA bir öğretmen söz aldı ve bize Öğretimden söz et, dedi.
Ve o cevap verdi:
“Hiç kimse size, bilginizin alaca aydınlığında halen yarı uykuda olan nesnelerden öte bir şeyi açıklayıp öğretemez.
Tapınağın gölgeliğinde, öğrencileri arasında yürüyen öğretmen, bilgisinden değil fakat inancından ve sevgisinden verir.
Öğretici eğer gerçek bir bilgeyse, bilgeliğinin evine davet etmek yerine, sizi kendi aklınızın eşiğine doğru yönlendirir.
Gökbilimci sizlere uzaydan edindiği bilgiler hakkında konuşabilir, ama anlayışını size veremez.
Bir müzisyen her yerde var olan ritimlerle bir şarkı söyleyebilir; ancak ne ritmi yakalayan kulağı, ne de onu ekolayan sesi size sunabilir.
Ve rakamların bilimiyle uğraşan kimse, sizlere ölçü ve tartının yapısallığından söz edebilir ama sizleri onların âlemine sokamaz.
Çünkü bir insanın duyuş ve anlayışı kanatlarını bir başkasına ödünç vermez.
Ve nasıl her biriniz Tanrı’nın bilgisinde özgün bir yere sahipseniz, sizin de Tanrı’yı kavrayışınız ve dünyayı anlayışınız tek başınıza ve size özel olacaktır.”
Yasalar
SONRA bir avukat söz aldı, ya Yasalar için ne dersin, erenler, dedi.
Ve o cevap verdi:
“Siz yasalar koymayı çok seversiniz, Ama koyduğunuz yasaları çiğnemeği daha çok seversiniz.
Tıpkı okyanus kıyısında sabırla kumdan kuleler yapan, sonra da kahkahalarla onları deviren çocuklar gibi.
Ancak siz kumdan kulelerinizi yaratırken, okyanus kıyıya kum taşımaya devam eder. Ve siz onları yerle bir ederken, okyanus da sizinle birlikte güler.
Gerçekten de okyanus, daima masum olanla beraber güler.
Fakat yaşamı bir okyanus ve insanların koyduğu kuralları kumdan kuleler olarak görmeyen kişiler için ne diyebiliriz?
Onlar için yaşam bir kaya, ve kanun bu kayayı kendi isteklerine göre oyup şekillendirmek için kullanacakları bir keski gibidir.
Dansçılardan nefret eden yeteneksiz biri için ne diyebiliriz?
Boynuna vurulmuş boyunduruğu seven ve ormanda gönlünce yaşayan geyiği ve ceylanı serseri sanan öküze ne denir ki?
Peki, derisini dökemediği için, diğerlerini çıplak ve ahlaksız olarak niteleyen yaşlı bir sürüngene ne demeli?
Ve düğün-şölenine herkesten önce gelip tıka-basa karnını doyuran, sonra da yorgun düşüp, başkalarına bakarak tüm şölenlerin aykırılık ve tüm şölencilerin de kanun bozucu olduklarını söyleyene ne denir ki?
Bu gibi kimselerin güneş ışığında durdukları, sırtlarını güneşe dönmüş olduklarını söylemekten başka ne diyebilirim ki?
Bu gibi kimseler salt kendi gölgelerini görmektedirler ve kendi gölgeleri de kendi koydukları kanunlardır.
Ve onlar için Güneş, bir gölge yaratıcısından başka ne olabilir ki?
Ve onlar için kurallara uymak, başlarını yere eğip, toprak üzerindeki gölgelerini izlemekten başka bir şey değildir.
Ama ey güneşin ışınlarına karşı ilerleyen sizler, toprak üzerine çizilmiş hangi imajlar sizleri yolunuzdan alıkoyabilir?
Sizler ki rüzgârı arkanıza almış ilerlemektesiniz, hangi rüzgârgülü yönünüzü çizebilir?
Eğer boyunduruğunuzu kırarsanız, ama başka birinin hücresinin kapısında değil, hangi kanun sizi sınırlayabilir?
Ve eğer dans ederseniz, ama başka birinin zincirlerine takılıp sendelemeden, hangi kanun sizi korkutabilir?
Orphalese halkı, davulun sesini boğabilir, bir lirin tellerini gevşetebilirsiniz, ama bir tarla kuşuna şarkı söylememesi için kim emir verebilir ki?”
Konuşmak
SONRA bir bilgin söz aldı, “Bize konuşmadan bahset” dedi.
Ve o cevap verdi:
“Düşüncelerinizle barışık olamadığınız anlarda konuşursunuz.
Yüreğinizin yalnızlığında daha fazla yaşayamaz olduğunuz anlarda dudaklarınızda yaşamaya başlarsınız ve ses sizin için bir oyalayıcı olur.
Ve konuşmalarınızın çoğunda, düşünce yarı yarıya katledilir;
Çünkü düşünce uzayın bir kuşudur, sözcüklerden yapılmış bir kafese konulduğunda belki kanatlarını açabilir, ama uçamaz.
Aranızdan bazıları, yalnız kalmaktan korktukları için konuşkanları ararlar.
Çünkü tek başına olmanın sessizliği, gerçek ve çıplak kendilerini gözleri önüne serer ki onlar bundan kaçarlar.
Kimileri de, bilmeden ve farkına varmadan konuşarak bir gerçeği açıklarlar da ne söylediklerini kendileri anlamazlar.
Kimileri de kendi içlerinde gerçeğe ermiş oldukları halde, bunu sözcüklerle söylememektedirler. Böylelerinin sinelerinde ruh, ritmik bir sessizlik içinde dinlenir.
Dostunuza bir yol kenarında ya da pazar yerinde rastladığınızda, bırakın içinizdeki ruh dudaklarınıza ve dilinize yol gösterici olsun.
Bırakın, sesinizin içindeki ses, onun kulağının içindeki kulağa konuşsun; Çünkü onun ruhu, sizin kalbinizin gerçeğini saklayacaktır;
Tıpkı kadeh boşalıp, rengi unutulsa bile şarabın, tadı ağızda kalması gibi…”
Kendini Bilmek
SONRA bir adam söz aldı ve bize Kendini Bilmek’ten söz et, dedi.
Ve o cevap verdi:
” Yürekleriniz kendi sessizlikleri içinde gecenin ve gündüzün gizlerini bilirler.
Ama kulaklarınız, yüreğinizin bildiklerini duyabilmeye can atar.
Düşüncelerinizde daima bildiğinizi, kelimelerde de bileceksiniz.
Rüyalarınızın çıplak bedenine parmaklarınızla dokunabileceksiniz.
Ve böyle de olması gerekir.
Çünkü ruhunuzun gizli pınarı taşıp, denize doğru çağlamayı,
Ve sonsuz derinliklerinizin hazineleri gözlerinizin önüne serilebilmeyi gereksinmektedir.
Ama bırakın da Sizlerin bilinmeyen hazinelerinizi ölçecek bir terazi olmasın;
Ve bilginizin derinliklerini değnek ve bilinen aygıtlarla ölçmeye kalkmayın;
Çünkü benliğiniz ölçüsüz ve sınırsız bir denizdir.
Daima, «Gerçeği buldum,» değil, «Bir gerçeği buldum,» deyin.
Sakın, «Ruhun yolunu buldum,» demeyin. Onun yerine, «Yolumun üstünde salınan ruha rastladım,» deyin.
Çünkü ruh tüm yollarda gezinir.
Ruh ne bir hat üzerinde yürür, ne de bir kamış gibi yetişir.
Ruh, sayısız yaprağıyla bir lotus çiçeği gibi, kendi kendine açar.”
VERMEK
SONRA bir zengin söz aldı; Bize Vermek’ten söz et, dedi.
Ve o cevap verdi:
“Sahip olduklarınızdan verdiğinizde, çok az şey vermiş olursunuz;
Ancak kendinizden verdiğinizde gerçekten vermiş olursunuz.
Çünkü sahip olduklarınız, yarın ihtiyacınız olabilir diye saklayıp koruduğunuz şeylerden ibaret değil mi?
Ve yarın, kutsal şehre giden hacıları takip ederken, kemiklerini, iz bırakmayan kumlara gömen fazla uyanık bir köpeğe ne getirebilir?
Muhtaç duruma düşerim korkusu, gerçekte muhtaç durumda oluşun ta kendisi değil midir?
Su kaynaklarınız doluyken, susuz kalırsam diye korkulara kapılmak en giderilmeyecek susuzluk değil de nedir?
Çok fazla şeye sahip olup, çok az verenler, bunu gösteriş isteyen gizli arzuları için yaparlar ki bu da armağanlarını yararsız kılar.
Kimileri de ellerinde pek az olmasına karşın çıkarır olanı biteni verirler.
Bunlar hayata ve hayatın definesine inananlardır ve onların ambarları hiç boş kalmaz.
Bazıları sevinçle verirler, bu sevinç onların ödülüdür.
Bazıları ise ıstırap içinde verirler ve bu acı onların vaftizidir.
Kimileri verirken ne ıstırap çeker, ne bundan kendine bir mutluluk payı çıkarmak peşinde koşar, ne de vermenin erdemli bir davranış olduğunu düşünür.
Bunlar da, o uzak vadilerde açan küçük menekşeler, kokularını yeryüzüne nasıl sunuyorlarsa, öyle verenlerdir.
Tanrı, işte bu gibi kimselerin elleri aracılığıyla konuşur ve onların gözlerinin ardından yeryüzüne bakarak gülümser.
İstendiği zaman vermek iyidir, ancak ihtiyaç içinde olanın durumunu kavrayıp o istemeden vermek daha iyidir.
Eli açık bir kimse için, verebileceği bir şeyleri alacak eli aramak, vermekten çok daha yüce bir mutluluktur.
Hem, kişinin sonsuza dek elinde tutabileceği bir nesne var mı ki?
Bugün elde olanlar, bir gün gelecek, mutlaka başka ellere verilecektir.
Öyleyse şimdiden verebilmek varken, vermek mevsiminin varislere kalmasını beklemek niye?
«Vermek isterim ama hak edeni bulabilirsem,» der durursunuz.
Oysa meyve bahçenizdeki ağaçlar ve çayırlara saldığınız davarlar böyle söylemiyorlar.
Onlar yaşamak için veriyorlar, çünkü vermezlerse ölür, yiterler.
Günleri ve geceleri yaşamaya değer görülmüş bir kimse, vereceklerinizi alabilmeye de değer durumdadır elbette.
Ve hayat okyanusundan içmeye hak kazanmış bir insan, sizin küçük ırmağınızdan da bir bardak su alabilir.
Almanın cesaret ve güvencesinde, hatta bağışlayıcılığında yatan çölden daha büyük kuraklık olabilir mi?
Ve siz kim oluyorsunuz da, onların göğüslerini yırtarak gururlarını korunmasızca ortaya seriyor, sonra da onların değerlerini örtüsüz ve gururlarını utanmasız olarak değerlendiriyorsunuz?
Siz ilkin kendinizi bir Verici-EI olabilmeye değer olup olmadığınızı anlamaya bakın.
Çünkü gerçekte herşeyi veren Hayat’tır… Sizse kendinizi gerçek verici sanıyorsunuz. Oysa bir tanıktan öte bir şey değilsiniz.
Ve ey siz alıcılar —ki hepiniz öylesiniz— kendinizi hiç bir zaman minnet yükü altına sokmayın. Sokmayın ki, ne kendinize ne de vericiye bir boyunduruk takılmasın.
Verilenler hem size hem vericiye kanat olsun, birlikte yükselin.
Çünkü aklınızı minnetin ağır yüküyle doldurursanız, özgür bağırlı yeryüzünü ana, Tanrı’yı da baba olarak kabullenmiş olan vericinin eli açıklığından kuşku duymuş olursunuz. “
ACI
Ve bir kadın, “Bize acıdan bahset” dedi.
Ve o dedi ki:
“Acınız, anlayışınızı kaplayan kabuğun kırılışıdır.
Nasıl bir meyvenin çekirdeği, kalbi Güneş’i görebilsin diye kabuğunu kırmak zorundaysa, siz de acıyı bilmelisiniz.
Ve eğer kalbinizi, yaşamınızın günlük mucizelerini hayranlıkla izlemek üzere açarsanız, acınızın, neşenizden hiç de daha az harikulade olmadığını göreceksiniz;
Ve kırlarınızın üstünden mevsimlerin geçişini kabul ettiğiniz gibi, aynı doğallıkla, kalbinizin mevsimlerini de onaylayacaksınız.
Ve kederinizin kışını da, pencerenizden huzur içinde seyredeceksiniz.
Acılarınızın çoğu sizin tarafından seçilmiştir.
Acınız, aslında içinizdeki doktorun, hasta yanınızı iyileştirmek için sunduğu “acı” ilaçtır.
Doktorunuza güvenin ve verdiği ilacı sessizce ve sakince için;
Çünkü size sert ve haşin de gelse, onun elleri “Görülmeyen’in şefkatli elleri tarafından yönlendirilir.
Ve size ilacı sunduğu kadeh dudaklarınızı yaksa da, O’nun kutsal gözyaşlarıyla ıslanmış kilden yapılmıştır.”
ZEVK
Şehri yılda bir ziyaret eden bir münzevi şöyle dedi: “Bize Zevkten Bahset.”
Ve o cevap verdi:
Zevk bir özgürlük-türküsüdür. Ama özgürlük değildir.
Arzularınızın tomurcuklanışıdır. Ama meyvaları değildir.
O, kendine yükseklik arayan bir derinliktir. Ama kendisi ne derinlik ne de yüksekliktir.
O, kafestekinin kanat takmışıdır. Ama çevrelenmiş uzay değildir.
Evet, işin gerçeği, zevk bir özgürlük-türküsüdür.
Bu türküyü tüm kalbinizle söyleyin, Ama şarkıda kalbinizi yitirmeden…
Gençlerinizden bazıları, sanki her şey oymuşçasına zevki arıyorlar ve yargılanıp azarlanıyorlar.
Bense onları ne yargılarım ne de azarlarım. Bırakırım arasınlar.
Çünkü aradıkları zevki bulacaklardır… ama yalnızca zevki değil;
Zevkin yedi kız kardeşi vardır ve en göze çarpmayanı bile zevkin kendisinden daha güzeldir.
Birtakım kökleri çıkarmak için toprağı kazan adamın bir hazine bulduğunu hiç işitmediniz mi?
Aranızdaki kimi yaşlılar, geçmiş zevkleri, sanki sarhoş kafayla işlenmiş birer hataymış gibi pişmanlıkla anımsamaktadırlar.
Oysa pişmanlık aklın doğru yola sokulması değil, bulutlandırılmasıdır.
Bu gibiler, geçmişteki zevklerini bir Yaz-sonunun hasadıymışçasına minnetle anmalıdırlar.
Ama eğer pişmanlık duymak onlara huzur veriyorsa, bırakın huzur duysunlar.
Aranızdan bazıları da ne zevki arayacak kadar genç, ne de onu anımsayacak kadar yaşlıdır.
Bunlar zevki aramaktan ve anımsamaktan korktukları için tüm zevklerden sakınırlar, böylelikle de ruhlarını ihmal etmemiş ve ona karşı çıkmamış olduklarını sanırlar.
Oysa onların zevki de, işte bu davranıştır.
Bu nedenledir ki, bunlar da titrek elleriyle kökleri ararken bir hazine bulurlar.
Fakat söyleyin bana, ruhu sıkıntıya sokabilen var mı?
Bülbül gecenin, ateşböceği de yıldızların sükûnetini bozabilir mi?
Ateşinizin alevi ya da dumanı rüzgâra yük olabilir mi?
Sanır mısınız ki ruh, içine atacağınız herhangi bir şeyle durgunluğunu yitirecek bir göldür?
Edindiğiniz zevke çoğu kez karşı çıkmışsanız da, tutkunuzu benliğinizin gizli kuytuluklarında biriktirmişsinizdir.
Bugün bir kenara bırakılmış olanın, yarın tekrar ortaya çıkabilmeyi beklemediğini kim bilebilir ki?
İnsanın gövdesi bile mirasını ve haklı gereksinimini bilir ve hiç bir zaman aldatılamaz.
Gövdeniz ruhunuzun çalgısıdır.
Ondan tatlı nağmeler ya da bozuk sesler çıkartabilmek size kalmış bir iştir.
Ve şimdi içiniz sıra sorun, «Zevklerin hangisinin güzel, hangisinin çirkin olduğunu nasıl ayırt edeceğiz?»
Bağlarınıza ve bahçelerinize gidip bakın, arı için zevkin çiçekten bal toplamak olduğunu öğreneceksiniz. Oysa çiçeğin zevki de arıya balını sunabilmektir.
Arı için çiçek, hayatın pınarıdır, Çiçek için de arı, sevginin elçisidir,
Her ikisi için zevkin karşılıklı alınıp verilmesi bir gereksinim ve doygunluğun mutluluğudur.
Ey Orphalese halkı, sizler de arı ve çiçek gibi zevklerinizin içinde olun.”
Sevinç ve Keder
Sonra bir kadın, “Bize Sevinç ve Keder’den bahset,” dedi.
Ve o cevap verdi:
“Sevinciniz, gerçekte peçesini kaldırmış kederinizdir.
Gülümsemelerin yükseldiği o kendisiyle özdeş pınardan, çoğu kez gözyaşlarıyla dolu nice hıçkırık da duyulmuştur.
Hem, başka türlü olabilir mi ki?
Kederin içinize kazıdığı alan ne kadar derin olursa, o denli çok sevinci içerebilir.
Ve şarabınızı taşıyanla, çömlekçinin fırınında yanan aynı kadeh değil midir?
Ve sesi ruhunuzu okşayan lavta, daha önce bıçaklarla oyulan tahtayla bir değil midir?
Sevinçli olduğunuz zamanlarda gözlerinizi yüreğinizin derinliklerine çevirirseniz, size sevinç veren şey uğruna bir zamanlar nice kederlenmiş olduğunuzu görürsünüz.
Kederli olduğunuz zamanlarda da yine yüreğinizin derinliklerine bakın, o zaman gerçekte, bir zamanlar sizi mutlu kılmış olan şeye ağlamakta olduğunuzu görürsünüz.
Aranızdan bazıları, «Sevinç kederden büyüktür,» bazıları da, «Hayır, keder sevinçten büyüktür,» demektedir.
Oysa ben sizlere derim ki, bunlar birbirinden ayırt edilemezler.
Daima birlikte gelirler, biri yanı başınızdayken, öbürü, yatağınıza uzanmış uyuklamaktadır.
Bir kefesine kederin, ötekine sevincin oturtulduğu ve hangi tarafın ağır basacağını kestiremeyen bir terazi gibisinizdir.
Ancak kefeleriniz boşaldığında durulursunuz ve kendinize bir denge edinebilirsiniz.
Haznedar, altın ve gümüşlerini tartmak için sizi eline aldığında kederiniz ve sevinciniz ya yükselir ya alçalır.”
ZAMAN
SONRA bir gökbilimci söz aldı, Erenler, ya Zaman için ne dersin, dedi.
Ve o cevap verdi:
“Ölçüsüz ve ölçülemeyen zamanı ölçebileceksiniz. Davranışlarınızı ayarlayacak ve hatta ruhunuzun rotasını, saatlere ve mevsimlere göre yönlendirebileceksiniz.
Zamanı, kıyısında oturup, akışını izleyeceğiniz bir nehir haline döndüreceksiniz.
İçinizde zamana bağlı olmadan var olan öz, yaşamın zamandan bağımsızlığının zaten farkındadır;
Ve bilir ki, dün bugünün anısı, yarın ise bugünün rüyasıdır.
Ve yine bilir ki, içinizde şarkı söyleyen veya düşünen özünüz, hala yıldızları uzaya dağıtan o ilk an’ın içinde devinmektedir.
Aranızda, özündeki sevme gücünün sınırsızlığını hissetmeyen var mıdır acaba?
Yine de bu hudutsuzluğuyla aynı sevginin, bir sevgi düşüncesinden diğerine, bir sevgi davranışından bir başkasına, kendi varlığının tam orta yerinde sımsıkı ve hareket etmeden durduğunu kim hissetmez?
Ve zaman da, tıpkı sevgi gibi bölünemez ve ölçülemez değil midir?
Yine de eğer düşüncenizde zamanı mevsimlerle ölçmek isterseniz, her mevsimin diğerlerini içermesine izin verin.
Ve bırakın bugününüz, geçmişi anılarla, geleceği ise özlemle kucaklasın.”
Çalışmak
SONRA bir çiftçi söz aldı, bize, Çalışmak’tan söz et, dedi.
Ve o cevap verdi:
Yeryüzüne ve onun ruhuna ayak uydurabilmek için çalışıyorsunuz.
Çünkü aylaklık yeryüzünün mevsimlerine yabancılaşmak demektir. Sonsuza doğru gururlu bir kabullenmişlik ve soylu adımlarla ilerleyen Hayat’ın gelişiminin dışına çıkmak demektir.
Çalıştığınız zaman akıp giden saatlerin fısıltılarını içinde müziğe dönüştüren bir ney’e benzersiniz.
Yeryüzünde her şey belli bir uyum içinde şarkı söylemekteyken, hangi biriniz çıkıp da sağır ve dilsiz bir kamış parçası gibi sessiz kalabilir?
Kim bilir kaç kez çalışmanın bir bela ve iş’in de bir uğursuzluk olduğu söylenmiştir sizlere.
Oysa ben sizlere diyorum ki, çalıştığınız zaman yeryüzünün en uzak rüyasının, doğduğu gün sizin adınıza ayrılan bir parçasını doldurmuş olursunuz.
Kendinizi işinize vermekle de gerçekte hayatı ve yaşamayı seviyor oluşunuzu ortaya koyarsınız.
Hem, sarıldığınız bir işin aracılığıyla hayatı sevmek, onun içinin derinliklerinde sakladığı gizeme yakınlaşabilmenizi sağlar.
Ama eğer çektiğiniz acılara bakarak üretkenliğin bir bela, kör gırtlağı doyurmanın da alnınıza yazılmış bir büyü olduğunu söylerseniz, sizlere, akan alın terinizden başka hiç bir şeyin bu yazgıyı silip atamayacağını duyururum.
Sizlere hayatın kapkara olduğu da söylenmiştir. Ve sizler de gerçekte zayıf kimselerce söylenmiş olan bu sözleri kendi zayıflığınız içinde dilinize dolayıp, yinelemektesiniz.
Ben size diyorum ki, hayat, ancak hızlı gelişiminden yavaşlatılmaya kalkışıldığında kapkara olur.
Ve bu hızlı gelişim bilgiden yoksunsa kör olur,
Ve her bilgi, içinde eylem yoksa boşunadır.
Ve her eylem, içinde sevgi yoksa boştur.
Sevgiyle dolu olarak çalışırsanız, ilkin kendinize, sonra birbirinize, sonra da Tanrı’ya bağlanmış olursunuz.
Sevgiyle dolu olarak çalışmak nedir, bir de bu var?
Dokuduğunuz kumaşı, sanki yalnız en sevdiğiniz kimse giyecekmişçesine yüreğinizden çektiğiniz ipliklerle dokuyabilmek.
Kurduğunuz yapıyı, sanki içinde yalnız en sevdiğiniz oturacakmışçasına özenle ve sevgiyle kurabilmek.
Serptiğiniz tohumları ve onun ürünlerini, sanki yalnız en sevdiğiniz yiyecekmişçesine sevgiyle ekip-biçebilmek ve bütün yaptıklarınıza kendi canınızdan yükselen bir soluk katabilmek.
Çalışmak, sevginin göze görülebilen şeklidir.
DİN
SONRA yaşlı bir din adamı söz aldı ve bize Din’den öz et, dedi.
Ve o cevap verdi:
Bugün ben dinden başka bir şeyden söz ettim mi ki?
Din, tüm çabalar ve onların yansıması,
Ve ne çaba ne de yansıma olmayıp, ellerin taşları yonttuğu ve tezgâhları işlettiği sırada ruhtan durmaksızın fışkıran bir hayret ve telaşlı heyecan değil midir?
Kim inancını eyleminden ya da bağlılığını uğraşından ayrı tutabilir ki?
Kim zamanını, bunlar Allah’ın saatleridir, bunlar benim saatlerimdir diye ayırabilir ki? Öyleyse din, yaşadığımız hayat ve tüm davranışlarımızdır. Her an Allah huzurunda olduğunun bilincinde, öylesine titiz, doğruyu gözeterek temiz bir hayat yaşamaktan daha güzel bir din olur mu?”
Erdemliliğini en iyi giysisiymiş gibi sırtına geçirmiş olan kimse, soyunuk gezinse daha iyi eder.
Rüzgâr ve güneş onun teninde delikler açmaz.
Her kim ki davranışlarını yerleşik ahlâk kurallarıyla tanımlar, öten-kuşunu bir kafese hapsetmiş demektir.
Demir parmaklıklar ve tel örgüler ardından en özgür ses yükselmez.
Ve her kim için tapınmak hem açılıp hem kapanan bir penceredir, o kimse, ruhundaki evin şafaktan şafağa değin açık duran pencerelerini henüz ziyaret etmemiş demektir.
Günlük hayatınız sizin mabediniz ve sizin dininizdir.
Oraya olanca bütünlüğünüzle giriniz.
Sabanınızı, örsünüzü, malanızı ve çalgınızı.
Kullanacağınız ya da içinizi aydınlatacağınız neleriniz varsa, tümünü de beraberinizde alıp girin.
Çünkü saygı göstermekle ne ortaya koymuş olduğunuz başarıların daha yücesine çıkabilir, ne de bozgunlarınızın daha derinine düşebilirsiniz.
Ve kendinizle birlikte bütün insanları alınız:
Çünkü tapınmanızda ne onların umutlarından daha yükseğe erişebilir, ne de onların umutsuzluklarından daha alçağa inebilirsiniz.
Ve Tanrıyı tanımak istiyorsanız, bilinmezleri çözmek için zihninizi fazla yormayınız.
Daha iyisi etrafınıza bakınız, onun varlığını bulutların içinde gezerken, kollarını şimşeğin içinde açmışken ve yağmur olarak inerken göreceksiniz.
Siz O’nun varlığını, çiçeklerin arasında gülümserken, sonra yükselirken ve ağaçların arasında ellerini kımıldatırken göreceksiniz.
Halil Cibran’ın
“Ermiş (The Prophet)” kitabından.
3,095 total views